Ana sayfa OTOMASYON OKULU TÜRKİYE EKONOMİSİ ve ENDÜSTRİSİ NEREYE GİDİYOR?

TÜRKİYE EKONOMİSİ ve ENDÜSTRİSİ NEREYE GİDİYOR?

PAYLAŞ

Sık sık bir çok ülkeden gazeteci ve farklı alanlarda çalışan dostlarımla görüşüp, ülkelerindeki ekonomik ve politik gelişmeler hakkında bilgi alıyorum. Bütün dünya nereye ilerlediklerinin daha doğrusu nereye ilerlemeleri gerektiğinin farkında değil. Çünkü 20 yıl öncesi gibi bir pusula yok. Çocukların misket koleksiyonu yapması gibi hakim oldukları alanlardaki yatırımlarını genişletme, şubeler açma, aynı alanda büyütme gayreti olan dönemin sanayici-yatırımcıları da kendilerini boşlukta hissediyorlar. Teknolojik gelişim ve hız öylesine baş döndürücü ki, tasarımı ve üretimi için uğraştığı bir ürünün kendisinden çok daha önce piyasaya çıkıp tüm emek ve maliyetlerinin çöpe gitme kaygısını yaşıyorlar.

Artık hem endüstriyel üretime mecburuz hem de yakamızı üretimden kurtarmaya çalışıyoruz. Herkesin hayalinde bir facebook yaratma, angry birds gibi basit bir oyun yapıp, lisans gelirleriyle milyar dolarlara sahip olma peşinde. Yanımdan hiç ayırmadığım istatistik biliminin arkasından baktığımda her şey daha da netleşiyor. ABD’nin web hizmetleri, dijital platformlar(oyun, program, uygulama vb.) ve bunlarla ilişkili lisans gelirleri neredeyse 250 milyar dolar ciroya ulaşmış. Türkiye’nin ihracatının 150 milyar dolar olduğu geliyor hemen aklıma. Bu ihracat rakamına ulaşmak için milyonlarca insan üretiyor, üretime katkı sağlıyor, pazarlıyor, taşıyor…

Türkiye’nin göbek bağı ile bağlı olduğu Almanya, 2. Dünya Savaşı’ndan beri ekonomiyle dünyanın en büyük imparatorluğu olma peşinde. Martin Luther’in açtığı yolu akıllıca kullanarak ABD ve Çin’den sonraki 3. sıradaki yerlerini koruyorlar. Kaçak dövüşe çok girmeden en ciddi rakipleri İngiltere’yi de Japonya’yı da ezip geçtiler. Ancak yeni dünya düzenindeki fırsatları algılamada ve hamle yapmada geç kaldıklarını her fırsatta kendileri de söylüyorlar.

Nasıl ki tarım ve hayvancılıkla geçinen nüfusun oranının genel nüfus içerisinde azalması ‘gelişme’ için bir göstergeyse, önümüzdeki dönemde de, üretimde çalışanların oranının tüketimi sağlayan nüfus içerisinde azalması yeni gelişme göstergesi olarak algılanacak. Fütüristlere göre Avrupa’da 50 yıl sonra tüketim ve hizmet sektöründe çalışanların oranı %50’lere çıkacak.

Endüstride Nasıl Bir Dönem Bizi Bekliyor

İnsandan arındırılmaya çalışılan üretim ve proses teknolojilerindeki gelişmeler katlanarak artacak. Yalnızca ekseninde hareket edip birkaç farklı prosesi yerine getiren robotlara kısa bir süre sonra Nokia 3310’a yaptığımız nostaljik muameleyi yapacağız. İnsanlar, diğer makine ve robotlarla iletişim kurabilen üretim araçları, sorumluluk bölgelerindeki diğer makine ve cihazlara da müdahale edebilecek. Hatta en büyük görevlerinden biri ‘ispiyonculuk’ olacak.

Yalnızca otomasyon markalarının birbirleriyle olan işbirlikleri değil, tüm iletişim, makine gibi alanlardaki markaların da dahil olduğu bir ‘ittifaklar dönemi’ başladı. Posta kutuma düşen basın bültenleri, bilgilendirmeler onlarca ilginç ittifak haberiyle dolu. Hal böyle olunca bir başka öncelik ön plana çıkıyor; MAKİNALARIN İLETİŞİM KURMASI İÇİN ÖNCE İNSANLARIN İLETİŞİM KURMASI GEREKİYOR.

Türkiye Ekonomisi Nasıl Ayakta Duruyor ve Endüstrinin Hali Ne Olacak?

Gelelim tüm bu gelişmelerin ortasında Türkiye’nin bulunduğu konuma…önce kısa ve net bir fotoğraf çizmeliyiz. Gürcistan, Nahcivan dışında diğer tüm komşularıyla arası kötü yada limoni olan Türkiye, ‘para dosttan kazanılır’ tarifesini uygulayamıyor. ‘Turquality’ gibi teoride mantıklı ama pratikte başarısız ve suistimal edilen projeler sayesinde ‘marka satma’ hayallerimiz suya düştü. Meşhur sanayicilerimiz Koçlar, Sabancılar bile üretimden değil Türkiye’nin tüketiminden para kazanma peşine düştüler.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan 3 çocuk ısrarında bu anlamda haklıydı. Çünkü nüfusun yaşlanmaması gerekiyor. Kısa ve orta vadede katma değer üretebilecek daha da önemlisi zenginlik oluşturabilecek ve bu zenginliği paylaşabilecek anlayışta değiliz.

Emek dinamikleri üzerine kurulu olan ekonomi, bizim olmayan üretimle, bize ait olmayan üretim araçlarıyla ayakta duruyor. En büyük ihraç kalemimiz olan otomotivin ihracatı 2014 yılında 22 milyar 270 milyon dolar olmuştu. Bu ihracattan elde edilen karın büyük bir kısmı yatırımları bulunan yabancı markaların. Yani bu para ülkeye girdikten sonra kar payını alan yatırımcı parayı yine ülkesine götürüyor. Bu ürünlerin üretiminde kullandığımız makine ve ekipmanların da önemli bir kısmı ithal.

Ülkenin ekonomik handikaplarını gören bürokrasi ve yönetim çareyi farklı alanlarda arıyor. Örneğin inşaatta en çok kazandıran 5. ülkeyiz. Aylık geliri 15-20 binden fazla olan herkes emlak yatırımı yaparken, ev sahibi olma derdindekiler fahiş kiralar ödeyerek bu zenginliğe KATKIDA bulunuyorlar. Şarkıcılar, sinema oyuncuları bile üretmekten değil gayrimenkule yatırım yapmaktan yanalar. Haber sitelerinde hangi ünlünün kaç tane gayrimenkulü olduğuna dair foto galerileri heyecanla tıklıyoruz.

Bürokrasi aslında ‘kişi başına düşen milli geliri’ hiç önemsemiyor. Ödemeler dengesindeki açığa kaynak bulmak her şeyin önünde. KAYNAĞIN KAYNAĞI ve bu kaynakların sebep olacağı toplumsal-ekonomik tahribatlar da önemli değil.

Bir çalışanın gelirinin artması ve artan bu geliri yine ülke ekonomisine dahil etmesiyle, işverenin çalışanına vermediği maaş artışlarıyla garajına yeni bir milyonluk otomotiv eklemesi arasında fark yok onlar için. Nasıl olsa ikisi de tüketiyor ve devlet tüketimden vergisini alıyor.

Yıllar önce Almanya’da katıldığım bir iş forumunda yapılan anket sonuçlarını açıklamışlardı. “işveren olmak ister misiniz?” sorusuna katılımcıların %45’i HAYIR yanıtını vermişlerdi. Türkiye’de olsa bu rakamın %5’i geçeceğini zannetmiyorum. Çünkü Almanya’da işveren olmak, üst düzey yönetici olmak ciddi sorumluluklar istiyor. On binlerce Euro maaş, özel şoförlü son model şirket araçları, ultra lüks ofisler falan kimsenin aklına bile gelmiyor. Çünkü Alman dayanışması, MİLLİYETÇİLİĞİ, parayı sadece işverenlerin, yöneticilerin kazandığı bir sistem değil ve çünkü Alman ahlakı zenginliği paylaşmanın toplumsal refah ve huzur için ne kadar önemli olduğunun farkında.

Burnumuzun dibindeki Avrupa’yı, Almanya’yı kendimize örnek alamadık. Güney Kore, Tayvan gibi ülkelerin yükselişlerini de sadece seyredebildik. Bağımsızlığı bile uluslararası kamuoyunda tartışılan 23.5 milyonluk Tayvan’ın 2014 ihracatı ne kadar biliyor musunuz? Tam 313.2 milyon dolar! Sadece elektronik donanım-ekipman ihracatı 123.2 milyon dolar. Çin’in her türlü baskısı altında olan bu ada ülkesinin karayla bağlantılı hiç komşusu yok. Doğal kaynakları kıt ve sınırlı çeşitte.

Bu küçük ama dinamik ülke Türkiye’de de son aylarda ciddi faaliyetler gösterdi. ‘Taiwan Excellence’ adıyla yürütülen tanıtım kampanyaları her ne kadar kötü yönetilse de başlangıç ve “ben de buradayım” demek adına başarılıydı. Bu sayede Tayvan’ın nerede olduğunu öğrenenlerin sayısı arttı, Tayvanla Tayland’ı karıştıranların sayısı azaldı. Metroyla işe giden vatandaş Tayvan reklamlarındaki markalardan cebindeki HTC marka telefonun, evde kullandığı Asus marka bilgisayarın bir Tayvan markası olduğunu öğrendi.

Türkiye teknolojik ürünler ve teknoloji geliştirmek için tabir-i caizse “ıssız ormanda tek başına bırakılmış çocuk” gibi. Hem korkuyor hem de ne yöne gideceğini bilmiyor. Devletin öncülüğünde açılan ‘Teknokent’ gibi teknolojik ürünlerin inovasyonlarına yönelik çalışmalar, gayretler var ancak hem çok cılız hem de özel sektör çeşitli nedenlerle işin ucundan tutuyor sadece.

Sonuç olarak Türkiye önümüzdeki en az on yıl boyunca üretimi teşvik etmek, yabancı yatırımcı çekmek zorunda. Çünkü üretim durduğu zaman emin olun hepimiz çook yükseklerden aşağı düşeceğiz.

 

Erol Barış

Yayın Danışmanı

www.automationtr.com